Kale'deki evimizin bahçesinde şehrin tek deniz feneri vardı. Aslında biz onu; eski yerinde, uçurum denilebilecek bir yerde, kayalıkların ortasındayken, komşumuz Fenerci Mehmet abinin lojmanının yanı başında, oradan uçsuz bucaksız Karadeniz'e ve onun, tek tük geçen ve görününce çocukları çok sevindiren gemilerine; yaz kış, gece gündüz hiç üşenmeden ışık yollayan haliyle de hatırlıyorduk.
Deniz fenerimizin bir fenerciye ihtiyaç duymadan da ışık yollayabileceğine karar veren yetkililer, biz okuldayken belki feneri bahçemize taşımışlar diye düşündük o zamanlar. Bu başka bir fenerdi belki de bilemiyoruz. Acaba Mehmet abinin lojmanı gibi parçalara mı ayrıldı ve yine abimizin ailesi gibi sessizce ortadan kaybolu mu vermişti? Bilinmez.
İnsan zamanla koskoca bir fenere bile alışıyor, onun bembeyaz gövdesini, kırmızı külahını ve dönüp duran ışıldağını oyunlarımız arasında unutmuş feneri görünmezlik peleriniyle sarmıştık. Böyle bir pelerin vardır tabii ki.
Oysa bir deniz fenerini her gün görmüşsen; onu hiç unutamayacağını, hep olmasa da ara sıra bazı bazı hatırlayacağını, başka yerlerde, başka denizlerde gördüğünde artık ışıldakları sönmüş ama hep bembeyaz o deniz fenerlerinin senin için, senin içinde, seni avutan, mavi bir ışıldağın, sessizce sana seni ışıldayacağı, hiç aklınızın köşesinden bile geçmezdi yine o zamanlar...